Gerek haberlerde, gerekse
günlük ilişkilerimizde sağduyu ve vicdan çağrılarıyla giderek daha fazla
karşılaşıyoruz. Bu kelimelerin haberlerde kullanım sıklığını öğrenmek için Google
Türkiye’yi sorguladığınızda aşağıdaki tablo ortaya çıkıyor;
|
KÜMÜLATİF
|
|
|
2002
|
2017
|
%
ARTIŞ
|
SAĞDUYU
ÇAĞRISI
|
279.000
|
|
SAĞDUYU
ÇAĞRISI
|
18.500
|
68.900
|
372
|
VİCDAN
ÇAĞRISI
|
324.000
|
|
VİCDAN
ÇAĞRISI
|
98.300
|
226.000
|
230
|
Tablo bize içinde “sağduyu”
çağrısı yapılan 279 bin haber olduğunu gösteriyor. Son 15 yılı
karşılaştırdığımızda ise “sağduyu” haberleri her yıl düzenli olarak artarak 18,5
binden 68,9 bine çıktığını görüyoruz. Bu dönemde yüzde 372’lik bir artış
yaşanmış. İçinde “vicdan” çağrısı geçen 324 bin haber var. Son 15 yılda vicdan
talebi ise 98,3 binden 226 bine yükselerek yüzde 230 oranında artmış.
Bu çağrıyı kimler
yapıyor? Siyasetten spora, sivil toplum kuruluşlarından barolara, güvenlik
güçlerinden üniversitelere, diyanet işlerinden vakıflara, meslek odalarından
derneklere, iş adamlarından işçi temsilcilerine, her kesimden, her düşünceden
insanlar sağduyu çağrısı yapıyorlar, vicdanlara sesleniyorlar. Çünkü
insanlarımızın önemli bir bölümü doğruyu yanlışı ayırt edemiyor ve ahlaktan
yoksun davranışlar sergileyerek toplumu kaosa sürüklüyor. Dolayısıyla bir arada
yaşama ahlakını her geçen gün yitiriyoruz.
Günlük dilde kullanılan
kelime miktarını ve kelime düzeyini ihtiyaçlar belirler. Dolayısıyla sağduyu ve
vicdan kelimelerinin kullanım sıklığı, insanlarımızın bu kavramlara olan
ihtiyacının bir göstergesidir. Bu bağlamda rakamlar ürkütücü ve üzerinde çok
düşünülmesi gereken vahim bir durumu işaret ediyor. Üstelik topluma yapılan
sağduyu ve vicdan çağrıları tek bir alanla sınırlı değil. Siyasetten, yargıya,
trafikten spora, sağlıktan eğitime, kişisel ve toplumsal sevgiden şiddete kadar
yaşamın her alanından ve toplumun her kesiminden yükseliyor. Yapılan bu
çağrılar en temel manevi değerlerimizden sağduyu ve vicdanın günümüzde nasıl kaybolma
sürecine girdiğini ve ortaya çıkan tablonun hepimiz için ne denli kaotik
olduğunu çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor.
Sağduyu doğru, gerçekçi,
akla uygun ve yerinde kararlar verme yeteneği olarak tanımlanıyor. Doğruyu
yanlışı birbirinden ayırma ve doğru yargılama yeteneği ise felsefedeki
karşılığı. Sonuçta bir yetenekten söz ediyoruz, peki yetenek dediğimiz nedir?
Uzmanlara göre yetenek; bir kimsenin bir şeyi anlama, yapabilme ya da bir
etkiyi alabilme gücü. Bir başka tanımla, kişinin zihin ve hareket alanlarında
öğrenme olmadan iş başarma gücü.
Vicdan ise tutum ve
davranışlarımızı ahlaki açıdan değerlendirme ve yargılama gücü, bir çeşit iç
mahkeme. Birey bu süreçte, iyi ya da kötü olanla ilgili seçiminin muhasebesini
yapar. Victor Hugo ünlü eseri Sefiller’de “En yüksek adalet vicdandır” dediğini
hatırlayalım. Çünkü vicdan; kendimize karşı sorumluluğumuz gereği; özsaygımızı
test ettiğimiz, gerektiğinde kendimizi yargılayıp ceza verdiğimiz bir iç
mahkemedir.
Davranışlarımızın temelinde
olumlu olumsuz düşüncelerimiz var. Benlik genetiğe ve büyük ölçüde kişinin
içinde yaşadığı sosyokültürel koşullara bağlıdır. Benlik, kendimizle ilgili
bütün düşüncelerimiz, duygularımız, algılarımız ve değerlendirmelerimizin
etkileşimlerinden doğar. Kısaca kendimizi nasıl gördüğümüz ve nasıl ifade
ettiğimizdir. Benliğin anlaşılması bir süreci ifade eder. Kişinin kendisini
tanıması, hangi özelliklere sahip olduğunu öğrenmesi, nelerin, neden değerli
olduğunu, neleri yapıp, neleri yapamayacağını bilmesi gerekir. Kişinin bu
bilince ulaşması, kendisini nesnel ve rasyonel bir değerlendirmeye tabi
tutmasıyla mümkündür. Süreç içinde ve etki- tepki temelinde oluşur. Kişiliğin
oluşumunda en önemli etken benlik oluşumudur ve bebeklikte başlayan bu süreçte kişi,
dünyaya bakış açısını ve yaşam felsefesini oluşturur. Kişinin kendisine
bakışıyla, çevrenin ona bakışı ne denli örtüşmektedir? İç ve dış etkenler
benliğin oluşumunda temel parametrelerdir ve kişinin kendini güvenli ya da
güvensiz hissetmesi, mutlu ya da mutsuz olması, sosyalleşmesi, zeka düzeyi,
yaşam çeşitliliği bu süreçteki verimliliğine bağlıdır.
Gelişmiş ülkelerde benlik
gelişimi için doğduğu andan başlayarak kişiye yatırım yapılıyor. Kişinin bireye
dönüşümü bu süreçte oluşuyor. Sonuçta varlığının yanında kendi iradesi ile
tercihlerini yapabilen birey ortaya çıkıyor. Ortak yaşamın öngördüğü kurallara
uyulması toplumsal yaşam için herkesin uyması gereken bir zorunluluk. Yasalar
bireyin hak ve özgülüğünün teminatı, bu nedenle birey olarak kural ihlallerinde
müdahil olabiliyorsunuz, vatandaş olma sorumluluğunuzu her alanda yerine getirebiliyorsunuz.
Yaşamın her alanında vatandaşın özdenetimi var, kural ihlalleri herkesin
sorumluluk alanına giriyor. Bulunduğunuz yöreyi, bölgeyi, ülkeyi kollama ve
koruma ödevi var vatandaşın. Kimse de “sana ne?” diye sormuyor, soramıyor. Kimsenin
yaptığı yanında kalmıyor, hukuk adalet dağıtıyor ve Albert Camus’un dediği gibi
“düzen bozulmuyor”.
Türkiye’de kural
tanımazlığın sınırı yok, yasalardan korkan yok.
Her yerde şiddet var; ailede, kamusal alanda, otobüste kadına taciz ve
şiddet, her yaşta kız ve erkek öğrencilere okullarda ve yurtlarda cinsel taciz
ve şiddet, trafikte şiddet, TBMM’de şiddet,
sokakta şiddet kısaca her yerde şiddet var. Üstelik bu ruh hastası
kişiler, mevcut yasalar gereği ifadelerinden sonra salıveriliyorlar. Bu durum kamu
vicdanını yaralıyor, vatandaş olarak sessiz kalmanıza yol açıyor, yapanların
cezasız kalması da yeni olayları adeta teşvik ediyor. Bu durumda sağduyu ve
vicdan muhasebesi çağrılarının yapılması çok doğaldır. Gelişmiş ülkelerde bu kavramlar
bizdeki gibi bir sıklıkla dile getirilmiyor. Çünkü orada ortak yaşamanın
kurallarına çoğunluk uyum gösteriyor. Devlet bunun için var, vatandaşını
korumak için var. Vatandaş da devlet için üzerine düşen sorumluluğu yerine
getiriyor ve ortak yaşam alanların korunmasından, karşılıklı etkileşimlerine
kadar her alanda zaman ve emek harcıyor.
Bireysel sağduyu ve
vicdan taleplerinin azaltılması devletin eğitim alanındaki atacağı radikal adımlara
bağlı. Analitik düşünmeyi öğreten, neden- sonuç ilişkisi kurabilen, ne
istediğini bilen, yeteneklerinin bilincine, hedefleri olan ve bu hedefler
doğrultusunda süreç yöneten bireyleri yaratmak bugünkü sistemle mümkün değil. Toplumsal
yaşamın kuralları var, herkes kendi kafasına göre hareket edemez, ederse kaos
olur. Benlik gelişimi için yeni bir eğitim paradigmasına ihtiyaç var. Çocuğun
ayrı bir kişiliği olduğunu ve farklı tercihler yapma özgürlüğünün onun benlik
gelişiminde ne denli büyük bir etkiye sahip olduğunu siyasal yaşamımızı
yönetenler artık anlamalılar. Bunun ilk adımı mevcut eğitim sistemini toptan
değiştirmektir. Yapısal reformların en başında eğitim reformunun geldiğini
bilmek zorundayız. Yoksa yaşanan kaotik süreç, sağduyu” ve “vicdan”
çağrılarının artmasının kaçınılmaz olduğunu söylüyor.
Tuygan ÇALIKOĞLU
tuygan@hotmail.com www.tuygancalikoglu.com.tr
Kaynak: www.google.com.tr Psikodinamik
Psikiyatri ve Normaldışı Davranışlar, Prof. Engin Geçtan, İnsan ve Davranışı Pof. Doğan Cüceloğlu, Değişen Dünyada Sosyoloji, Prof. Veysel
Bozkurt